Yıllardır planladığımız bir tur programı değildi Halep Şam Beyrut... Hatta hiç aklımızda yoktu desek yeriydi. Haziranın son haftası aklımıza gelen, Temmuzun ilk haftası karar verdiğimiz tura Ağustosun ikinci haftasında Harem otogarından hareketle çıktık.
Halep, Şam, ağustos, sıcak, yanmak, kavrulmak.. sözcüklerinin aynı cümlede geçtiği onlarca espriyi ve uyarıyı yanımıza almadan sadece fotoğraf makinalarımızı ve birkaç tişört doldurduğumuz sırt çantalarımızı alıp nemli bir cuma akşamı bindik bizi 14 saat sonra Antakya’ya ulaştıracak otobüsümüze...
Ahmet’in de benim de -çoğunluğu iş içinde olsa- yirminin üzerinde yurtdışı tecrübemiz olması, biraz tedirgin olduğumuz gerçeğini değiştirmiyordu. Özellikle otel ayarlamadan gidiyor olmamızın verdiği dayanılmaz hafiflik...
Ellerinde, ne yenir, nerede kalınır minvalinde birkaç blogdan alıntı tekstler, bir de Loney Planet’in Middle East kitabından başka hiçbir done olmayan, Anadolu’yu kuzeyden güneye kateden otobüsün içindeki iki kişi için yolculuk, diğer yolcuların yolculuklarının biteceği yerde başlayacaktı..
Bolu, Tuz Gölü ve Pozantı molalarından sonra saat 11 00 gibi Antakya otogarına girdi Günsas Turizmin sayın yolcuları. Sadece içinden iki kişi otogarın dışına değil de içlerine yöneldi. Halep Halep diye bağıran adamın peşi sıra...
ANTAKYA’DAN ÇIKTIK YOLA
Evet, bizi Halep otobüsüne doğru götüren adam, paramızı Suriye Paund’una kısaca Suri’ye çevirebileceğimiz yeri de gösteriyordu. Toplam 650 TL ye 9000 suri ve Lübnan’da çevrilmek üzere 170 dolar aldık..9000 suri yaklaşık 300 liraya tekabül ediyordu, tabi biraz çevirenin kendi lehinde yuvarlaması ile...Yani biz adam başı 4500 suri’ye (150 liraya) Suriye’ye giriyor 3 gün boyunca 2 ayrı şehirde, konaklama, yol, yemek ve harcamalar dahil bu parayla tatil yapmayı planlıyorduk. Sahiden bu kadar ucuz muydu? Yoksa bu gezinin astarı yüzünden pahalıya mı gelecekti? Görecektik.
CEP TELEFONU SAKIN ! ...
Bizi Antakya’dan Halep’e 10 TL’ye götürecek otobüs 10 dakika sonra yaklaşık 10 kişiyle hareket ettiğinde biz de cep telefonlarımızı son kez kullanıyorduk sınırdan geçmeden. Cep telefonlarımız, uluslararası dolaşıma açıktı açık olmasına fakat arama ücretinin dakikası 7.8 TL olduğu ülkede, sadece 20 dakika telefonla konuşsak tatile ayırdığımız paranın aynısını telefona ödememiz olasıydı. O yüzden sadece mesajlaşacağımızdan son görüşmelerimizi sınırdan önce yapıp 30-35 dakika sonra Hatay Cilvegözü kapısına geldik.
GÜMRÜK...
Biz, Suriye tarafından çekinirken esas izdiham ve kuyruk Avrupalı Türkiye tarafındaydı. Otobüslerce insana tek bir polis bakıyor, her zaman olduğu gibi diğer kulübelerde nedense kimse olmuyordu. Tek polisin pasaport kontrolü yaptığı kulübeye hücum eden Türk ve Araplar sıraya girmemekte direniyor, kuyruğa kaynayanlar ile sıcaktan kaynayanlar arasında itişmeler yaşanıyordu. Oradaki herkes, Ahmet’i ittirerek önüne geçmeye çalışan o iki Lübnanlı gibi olsaydı, herhalde vazgeçerdik geziden . Neyse o kör dövüşünü andıran pasaport kontrolünden sonra oldukça sakin ve çok daha düzenli Suriye tarafına geçtiğimizde, Ahmet’in siniri yeni geçiyor, bizleri de gezimiz boyunca her yerde eşlik edecek Hafız ve Beşar Esat posterleri karşılıyordu.
Otobüsün muavini bizim gelmemize bile gerek olmadığını söyleyip pasaportlarımızı 10 dakika içinde onaylattı. Otobüsü araması gereken polise de 1 koli soğuk su verilip Halep’e doğru harekete geçildi.
SINIRDAN SONRA İLK ANLAR..
Sınırdan sonra ilk durağımız bir benzin istasyonu idi.10 kişiden alınan 10 lirayla kar etmesi zor olan otobüsümüz , litresi 1 liradan daha ucuz olan mazotunu alıyordu ve anca bu sayede işe yarıyordu Halep seferi firma için. Biz de bu fırsatla ilk alışverişimizi yaptık benzincide, 1 kola 1 meyve suyu 1 cips ve 1 bisküviye 60 suri ödedik (2 lira) gerçekten ucuzdu, hatta Türkiye ile kıyaslayınca kola alana cips bisküvi ve meyve suyu bedavaydı.
Daha sonra uyku ile geçen bir saatlik bir yol ve Halep...
VE HALEP...
Tek bildiğimiz, kitaptan gözümüze kestirdiğimiz otelin yakınında bir saat kulesi olduğu ve burasının kentin merkezi olduğu. Otobüs bizi kuleye en yakın yerde indirdi beş dakika yürüdükten sonra saat kulesinin etrafındaki otellere bakmaya başlamıştık bile .Lonely Planet kitabımızdan belirlediğimiz günlüğü adam başı 400 suri (13 lira olan) Nejm İllahdar Oteli’ne bakarken, tam meydana bakan ve dışarıdan oldukça güzel görünen butik otel tadındaki Damascus Otel’i gördük. Fiyatının 400 suri olacağını sanmıyorduk, yine de soralım dedik...
İnanılmaz, otel kişi başı 300 suri idi ve de hiç de fena değildi. Odamıza yerleştik ve en son sabah 7’de Pozantı yol üstü lokantasında yaptığımız kahvaltıdan beri bir şey yemediğimizi fark ettik.
ŞİDDETLİ BİR AÇLIK VE LOKANTA ARAYIŞI..
Saat dört olmuştu, ulaşım ve kalacak yer sorunumuz hallolduğundan açlık olanca şiddeti ile bir numaralı önceliğimiz haline gelmişti. Fotoğraf makinalarını alıp attık kendimizi Halep sokaklarına. İlk önce fotoğraf çekmekten sonra da etrafa bakmaktan vazgeçirdi bizi açlık. Adımlarımızı hızlandırıp yemek yiyecek yer arıyorduk sadece. Ancak biz tamamen ters bir yöne yürüdüğümüzü çok sonra anlayacaktık Galatasaray’da kalan bir turistin Taksim yönüne değil de Tarlabaşı tarafına yiyecek yer aramaya çıkması gibi...Girdiğimiz sokaklar Tarlabaşı Mahmutpaşa arası yerlerdi yemek yenilebilecek yerler azdı , iyi yerler hiç yoktu . Ama o açlık yok mu ? Bizi oldukça salaş bir yere soktu en sonunda . Salaş derken bu günkü popüler anlamda salaş değil, hani o salaş balık lokantaları romantikliğinde değil, bildiğin berbat bir yer. Bir de kenti gezemediğimizden her yeri öyle sandık ve girdik içeri. Dürüme sarılmış üçer lahmacun, iki tabak felafel ve 2 ayrandan oluşan yemeğe 400 suri (13 lira) ödedik. Başta ucuz geldi ama daha sonraki günler fena kazıklandığımızı anladık. Çünkü o yerin ve yemeğin hakkı 200 suri anca ederdi. Yemekler lezzetli değildi. Felafeli ilk defa orada yedik. Felafel, ana maddesi nohut olan patates soğan ve çeşitli baharatlarla püre haline getirilip köfte formuna sokulduktan sonra kızgın yağda pişirilen bir sebze yemeği. Lahmacun bizde en kötü yapanla bile kıyaslanmayacak kadar lezzetsiz ve neden lavaş ekmeği ile veriliyor işte onu hiç anlamadık. Sonuçta bir şekilde karnımız doymuştu ama pek memnun değildik, hatta Ahmet dönüp yediğimiz yer biraz pisti itirafında bulununca sustuk ve o yemeği unutmaya karar verdik.
HALEP’TE AKŞAM OLUYOR.
Sonra o yanlış semtlerde biraz daha tur attık. Halep için ilk intibahımız olumsuz olmak üzereydi. Yorgunluk bizi otele dönmemiz konusunda uyardı. Ne de olsa yataktan en son cuma sabahı çıkmıştık. Otele dönüp 1 saat uyuduk . Bu uyku tüm enerjimizi geri getirmişti, sonra balkonda otele gelirken aldığımız kolalarımızı içtik.Saat sekiz olmuş hava kararmıştı.Balkonumuzun manzarası gayet iyiydi.Yanımızda saat kulesi karşımızda kaleye benzer mimarisiyle Sheraton Oteli vardı. Az önce söz ettiğim sokaklar kule tarafından bakınca Sheraton’un arkasında kalan yerlerdi. Balkonumuzun baktığı meydanda yoğun sayılabilecek bir trafik vardı.
KORNA SESLERİ...
Araçların büyük bir kısmını sarı taksilerin oluşturduğu Halep’te asıl ilginç olan korna sesleri... Bu kadar kornaya basmayı seven şoför başka bir şehirde yoktur herhalde. Korna sesi olmadan 1 den 5 e kadar sayamazsanız. 1 2 3 .. 4 olmadan mutlaka bir arabadan korna sesi geliyor. Bazen hepsi birden başlıyor. Bir Halepliye bedava araba verseniz ama kornası yok deseniz eminim kabul etmez. Korna sesleri ve Ahmet’in laptopundan çaldığı Arap müzikleri eşliğinde kolalarımızı içip yeniden Halep sokaklarını arşınlamaya başladık.
HALEP GECESİ...
Halep ordaysa arşın buradaydı ve bir kenti keşfetmenin en iyi yolu bol bol yürümekti. Ancak yürüme girişimimiz köşedeki çayhanede nerdeyse başlamadan mola vermemizle sonuçlandı. Çay güzel olunca ikişer büyük bardak çay içtik. Bizim dışımızda nerdeyse herkes yaşlıydı burada. Dört büyük çaya 90 suri (3lira) ödedikten sonra bu sefer öğleden sonra yürüdüğümüz yolun tam ters yönüne yürüdük. Çok güzel bir caddeye çıktık.(Sh al-maari caddesi) burada yan yana gördüğümüz birbirinden güzel lokantalar meyhaneler bize akşamüstü yemek konusunda yaptığımız hatayı hatırlatsa da şehri sevmeye başlamıştık. Cadde Halep’e karşı önyargısı olacakları şaşırtacak renklilikteki Avrupai bir meydanda son buldu. Meydanda hiçbir şey yapmadan insanlara bakmak bile çok güzel vakit geçirmemize yetiyordu. Saat geceyarısına geliyor ama meydanda hayat devam ediyordu. Hayatın akşam 10 olunca bittiği ünlü Avrupa şehirlerine inat bu Ortadoğu şehri yaşamaya devam ediyordu . Meydanda insanları incelerken, şehri çok sevdiğimi fark ettim. Kentin bir ruhu olduğunu gelmeden de tahmin ediyordum ama gelince gördüğüm Halep’in kendine özgü bir melodisi vardı sanki. Biz bir yandan tespit yapar bir yandan fotoğraf çekerken geceyi yapmıştık bile. Bir yere gitmek için geç, yatmak için erken saatlerde balkonumuzu özlediğimizi fark ettik. En yakın bakkaldan 2 adet Türk birası ve cips alıp (90 suri) otelimize geri döndük. Balkonda bira müzik keyfi yaptık Halep dekorunda..
NEFİS KAHVALTI İLE BAŞLAYAN 2.GÜN
Ertesi sabah uyandığımızda kahvaltı yapacak yeri geceden belirlemiştik. Gidip çok güzel peynirli küçük pideler aldık toplam türk parasıyla 1,5 liraya. Sonra akşam oturduğumuz çayı güzel olan yerde yaptık kahvaltımızı. Lobisinde yaşlıların namaz kıldığı, televizyonda Türk kanallarının izlendiği güzel otelimizden çıkış yaptığımız için çantalarımız sırtımızda düştük yine yollara..
SHARAF MOSQUE
İlk hedefimiz Sharaf Mosque oldu, yeni yapılan bir cami, hatta daha bitmemiş ama gerçekten mükemmel. Bizim yeni yapılan camiler gibi değil, tamamen bitmiş olsa yeni olduğunu anlamaz hangi yüzyıldan olduğunu tartışırdık. Yaklaşık yarım saat yürüdük güneşin altında. Evet sıcaktı ama nem olmadığı için beş dakika gölgede dinlenmek yetiyordu enerji toplamaya. Camide çekilen fotoğraflar ve hayran bakışlardan sonra eski Halep’e ve kaleye gitmek için haritamıza baktık, tam zıt yöndeydik. Ama keyfimiz yerindeydi haftanın ilk iş günü olan pazar sabahına uyanan Haleplilerin telaşlı koşuşturmacaları arasında sakince kaleye doğru yürüdük.
HALEP KALESİ
Yaklaşık 1 saatlik yürüyüşten sonra kalenin eteklerindeydik. Kalenin etrafında çok güzel kafelerin olduğunu bilmediğimizden kaleye birkaç yüz metre kala bir yerde mola verdik. Fena bir yer değildi ama bizden başka kimsenin olmaması bizi hareketli Halep’ten biraz uzaklaştırmıştı. Gazoz içip serinledik. Sıcak İstanbul’dan çok daha az rahatsız ediciydi ama yine de bir saat güneş altında yürümüştük. Buraya da 120 suri ödeyip (turistik bir yer olduğu için fiyatlar biraz daha fazlaydı) heybetini aşağıdan izlediğimiz kaleye çıkmak için tekrar yola koyulduk .Halep Kalesi yıllar önce kullanılmış bir kalenin kalıntıları değil ya da restorasyonla kale formuna sokulmuş da değil. Yüzyıllar önce nasılsa hala öyle kalmış bozulmamış, yıkılmamış ve iyi korunmuş. Kısaca, kale, kale gibi ayakta...Suriye vatandaşları için 15 suri olan kaleye biz turistler kişi başı150 suri’ye girebiliyoruz. Kaleye tırmandıkça hayranlığımız daha da artıyor. Zindanlar bile yıllar öncesindeki gibi. Kaleye çıkınca önce kalenin büyüklüğü ( ki üzerinde bir ordunun yaşayabileceği bir alan var) sonra da kaleden görülen Halep’in büyüklüğü bizi şaşırtıyor. Halep 4,5 milyon kişinin yaşadığı büyük bir şehir. Kaleden bakınca bu büyüklük daha iyi anlaşılıyor. Kente tam bir boz renk hakim, farklı renkte hiçbir bina olmadığı gibi yeşil namına da hiçbir şey yok. Ama gecekondular, yüksek katlı binalar devasa viyadükler de yok. Kendine has boz dokusuyla şahsına münhasır bir kent Halep...
SURİYE İNSANI
Biz gelirken, Suriye İnsanını öven onlarca yazıyla karşılaştık. Sahiden o ana kadar karşımıza çıkan her Suriyeli güleryüzlü ve yardımseverdi. Suriyelilerin, tanışır tanışmaz sizi evlerinde ağırlamak istemelerinin de abartı olmadığını kaleyi gezerken tanıştığımız Muhammed ve arkadaşı sayesinde öğrendik. Halep Üniversitesinde işletme okuyan bu iki genç, okulda yetersiz buldukları İngilizcelerini ilerletmek için kaleye çıkıp turistlerle konuştuklarını söylediler. 15 dakikalık bir sohbetten sonra o akşam bizi misafirliğe davet ettiler . Ama biz planımızı yapmıştık, öğleden sonra saat 3 gibi Şam’a hareket edecektik. Bu iki sıcakkanlı arkadaşa teşekkür edip kaleden inip etrfındaki şık kafelerde yemek yemek için harekete geçtik.
KURTLAR VADİSİ
Türkiye, Suriye’de seviliyor, başbakan seviliyor, insanlar seviliyor ama en çok sevilen isim oradaki adıyla Murat Alemdar..Üniversite öğrencisinden dolmuş şoförüne, gezi boyunca Türk kelimesi geçen her yerde Kurtlar Vadisi konusu geçti. Muhammed’in dediğine göre oynadığı saatlerde sokakta tek bir insan görmezmişsiniz.
ORTAKÖY...
Kaleyi karşımıza alıp, dev klimalarla sokağı soğuttukları ve gerçekten de serin olan bir kafeye oturduk.çok güzel ve şık bir yerdi. Genelde turistler ve gençlerin takıldığı bir yerdi. Zaten kalden inince bu kafelerden yanyana beş altı tane var ve hangisini seçeceğinize aynı Ortaköy’de olduğu gibi siz karar veremiyorsunuz, garsonu en cevval olan kafe sizi kapıyor.
KADINLAR...
O ana kadar Halep’te gördüğümüz kadınların %99u kapalıydı. Bu kapalı kadınların da çok büyük çoğunluğu kara çarşaflı ( sadece gözleri açıkta bırakan kara çarşaf) hatta büyük çoğunluğu peçeli olduğu için gözler bile gözükmüyor. Suriye fist lady’si Bayan Esad’ın modern görünümü bana Suriye kadınlarını bu kıyafetlerle görmeyi bekletmiyordu,.o yüzden biraz şaşırdım ama bunun Suriye’ye değil Halep’e özgü olduğunu Şam’a geçince anlayacaktım. Başkent araba kullanan alışveriş yapan modern suriyeli kadınlarla doluydu.Suriyeli kadınlar, peçeli de olsa açık da olsa güzellerdi. Özellikle gözleri güzel olmayan kadın yok sanki Suriye’de .Batı kadınları seksi olabilmek için kendini paralarken , doğu bunun için bir bakışın yettiğini keşfetmişti zaten yıllar önce.
Oturduğumuz kafe’ye arkadaşıyla gelen tamamen siyah çarşaflı, siyah peçeli genç kız bir süre sonra peçesini kaldırıp yüzünü gösterince sanki sokak ortasında soyunan bir kadına bakıyormuş gibi şaşırtmıştı beni.
YİNE FELAFEL
Biz tekrar yiyeceğimiz yemeğe konsantre olup menüden felafel istiyoruz iki kola ile birlikte. İlk gün felafel yemiştik, ikinci günümüzde de neden yine aynı şeyi yiyoruz? güzel ve mantıklı bir soru olurdu. Cevabımız şu ki biz ilk gün yediğimiz şeyin felafel olduğunu siparişimiz gelince öğrendik. Ama buradaki felafeller çok güzeldi, yanlarındaki domates ve salatalıklar çok taze. Tam bir vejeteryan yemeği, sıcaklar için ideal bir öğün . Bu şık yerde, bu güzel yemeğe verdiğimiz ücret de ilk akşam o kötü yerde verdiğimiz ile aynıydı ( 400sp).
KAPALIÇARŞI
Artık halep otogarına gitme zamanı gelmişti.Halep’in meşhur kapalıçarşını da görüp Şam’a geçmemiz gerekiyordu. Kapalıçarşı, gerçekten çok uzun ve güzel. Bir yanı kaleye çıkarken diğer ucu saat kulesinin olduğu kent merkezine kadar gidiyor nerdeyse. Baharatçılar, peynirciler, açıkta et kesen kasaplar, sakatatçıla,r gümüşcüler, toptancılar, kumaşcılar, iç çamaşırcılar, zeytinciler ..... tekmili birden tam bir Ortadoğu karmaşası ve renkliliğinde... Biz kaleden girdiğimiz çarşının 45 dakika sonra diğer kapısından çıktık.
ARTIK HALEP’E VEDA ZAMANI
Çıktığımız yer Sheratonun arkasında kalan ilk akşam yemek yediğimiz mahallelerdi. Haritamızı açıp şehir merkezindeki garajı bulduk. Ancak Şam otobüsü oradan kalkmıyordu. Şehir dışındaki büyük garaja gitmemiz gerekiyordu. Yardımsever Haleplilerden biri, otogara gitmemiz için binmemiz gereken otobüse kadar geldi bizimle, elleriyle bindirdi neredeyse. Bindiğimiz halk otobüsünün en ilginç tarafı yüksek sesle merkezi müzik yayını yapmasıydı. Bu kısa yol boyunca, biri öğretmen biri türkmen olmak üzere 3 kişi ile daha sohbet ettikten sonra kendimizi bizi Şam’a götürecek otobüslerin kalktığı otogarda bulduk. Şam otobüsünün 1 ve 2 numaralı koltuklarına oturduğumuzda Halep’ten güzel izlenimlerle ayrılıyorduk. Halep aklımızda sıcaklığı ile kalıyordu ama havasının değil ruhunun renklerinin ve insanlarının sıcaklığı ile....
VER ELİNİ ŞAM...
Şam’a 1970 model bir otobüsle hareket ettik.Otobüsün içi çok renkliydi.Perdeler kırmızı, şoför koltuğunun üstü renkli resimlerle doluydu. Başlarda çalan Arap müziğinin yerini otobüsün videosuna takılan sulu bir Suriye komedi dizisi alıyordu yaklaşık iki saatlik yolculuğun ardından
MOLA...
Suriye’nin Hama kenti yakınlarında mola verdik. Molada insanlar toplanmış kafaları yukarıda dikkatli bir şekilde televizyona bakıyorlardı, hemen anladık TV’de yine kurtlar vadisi oynuyordu. Artık etrafımızda Türkçe ve İngilizce bilen pek kalmadığından otobüsün kaç dakika mola verdiğini öğrenmemiz pek mümkün görünmüyordu. Bu yüzden otobüsün kenarında çay içip 20 25 dakika sonra yola çıktık.
İLK İZLENİM ÜRKÜTÜCÜ..
Şam’a vardığımızda hava kararmıştı.yol yaklaşık 4,5 saat sürmüş ve bir hayli sıkılmıştık. Otobüs bizi şehrin dışında bizim Beylikdüzü’ne benzeyen ama çok karanlık bir yerde indirdi. Burada yan yana dolmuş ve otobüs duraklarından şehir merkezine giden araçları bulmak galiba zor olacaktı. Yarım yamalak anlaştığımız dolmuşçunun istediği fiyat, bizim merkeze ya çok uzakta olduğumuzu ya da kazıklanacağımızı gösteriyordu. Biraz pazarlıkla iki kişi 300 suri karşılığında eski, küçük bir peugot minibüste yerimizi aldık.
20 dakika sonra minibüs şoförünün durup, bize ‘inin’ dediği yer pek iç açıcı değildi. Büyük bir viyadükün altında üzerine üzerine gelen binlerce insan, karanlık parklarda yerlerde yatanlar, inanılmaz bir trafik , korna sesi ve yol kenarında Topkapı’nın eski hali gibi müziği son ses açıp yanyana kaset satmaya çalışan satıcılar...
Biraz ürkütücü gözüküyordu ve kitaba göre tavsiye edilen oteller de bu bölgedeydi. Bu Mecidiyeköy Topkapı Laleli arası yerden hoşlanmamıştık. Oteller de çok sevimli görünmüyordu. Kitap bizim 200 metre yürüyüp üst geçitten geçip karşıdaki semte gitmemizi istiyordu ama çevre ne kadar değişebilirdi ki? Geçidin üzerinde aynı anda 100 kişi vardı herhalde. Zor bela karşıya geçip ara sokaklar sonunda çıktığımız meydan inanılmazdı.
ÇOK GÜZEL AMA YER BULAMADIĞIMIZ OTELLER
Sakin, yanayana rengarenk kafeler, dünya sevimlisi butik oteller, her milletten turistler, nargile kokuları ..
Oysa Mecidiyeköy benzeri yerin 200 metre uzağındaydık ve burası Alaçatı Samatya arası bir yerdi. Kitabın tavsiye ettiği 4 otelde buradaydı. ( Al-Saada, Al-Rabie Ghazal ve Al-Haramian ) Hepsi birbirinden güzel ve ucuzdu.(kişi başı Türk parasıyla 15-20 lira) İlk otel yerimiz yok dediğinde umursamaz, ikinci otel oda yok dediğinde tedirgin, üçüncü otel oda yok dediğinde panik olan halimiz, dördüncü otelden de yok cevabı aldığında görülmeye değerdi. Etrafta başka otel yoktu, mecbur Laleli kısmındaki ürkütücü otellere gidecek hem de daha fazla para verecektik. Oturup sakinleşelim diye düşündük. Karnımız çok aç olmasına rağmen sırası değildi..
Açtık da açıktaydık da ve açıkta olmamız açlıktan daha önemliydi galiba. Birer çay söyleyip alternatif düşündük. Laleli bölgesine gidecektik. Hesabı ödeyip kalktık( 100 suri) Mahalleden çıkar çıkmaz o kalabalık yerlere gelmeden bir otel daha gördük, çok sevimli değildi ama fiyat sorduk. 2200 suri’den açılan pazarlık 1800 de son buldu.(iki kişi 60 lira )
OTEL YEMEK VE KEYİF
En azından o sevdiğimiz mahalleye yakındı. Halep’teki otelin üç katı pahalı ve çok güzel olmayan otelimize eşyaları bırakıp yemek yemek için az önceki kafeye geri döndük. Burada o saatte (22.00) yiyecek bir şey kalmadığından biraz ilerideki lokantanın bahçe masasına oturduk. Kuru fasulye, pilav ve turşudan oluşan akşam yemeğimiz hiç fena değildi. Fasulye çok suluydu ama tadı güzeldi . Pilav ve turşu vasattı. Güzelce karnımızı doyurduktan sonra ödediğimiz para iki kişi Türk parasıyla 10 liradan azdı.
Yemekten sonra turistlerin bol olduğu kafede kahve içtik. Etraftaki müzik sesleri, renkler, ışıklar çok keyifliydi ama yorucu geçen bir gün bizi gece yarısını geçer geçmez otele götürdü.
HİCAZ TREN İSTASYONU
Sabah haritamızı açtığımızda önce ters yöndeki Hicaz demiryolu istasyonunu görmeye niyetlendik. Gece karanlığında ürkütücü gözüken Topkapı Laleli Mecidiyeköy kokteyli yerler şimdi çok da fena gözükmüyordu. Kahvaltıyı Şam’ın meşhur eski çarşına saklıyorduk.
Hicaz demiryolu istasyonu ise benim kafamda canlandırdığım bir yer değilmiş. Ben çöl ortasında sonsuza giden raylar, metruk, devasa tarihi bir bina, hatta sarı tozlar, sisler falan kafamda öyle bir canlandırmışım ki fotoğraf makinası elimde heyecanla yürüyorum. Karşımıza çıkan bina ise evlerin, iş merkezlerinin arasına sıkışmış, bizim Haydarpaşa kadar ihtişamı olmayan tarihi bir binaymış. Renkli vitraylar, içerde tarihini anlatan birkaç pano ve tabi ki Beşar Esat resmi, bu tarihi çok köklü istasyon hakkında aklımda kalanlar..
ESKİ ÇARŞI
Hicaz tren istasyonundan sonra artık gerçek, tarihi Şam’a gelmiştik. Hamidiyya Camii ve ona çıkan dar sokaklar o kadar güzellerdi ki bir an Beyrut’a gitmeyip birkaç gün kalsak mı diye kendimize sorduk.
Şam’ın meşhur ve bizimkinden daha büyük kapalıçarşısı saat 10 olmasına rağmen bomboştu. Üç beş dükkan kepenklerini yeni açıyordu.
Kapalıçarşıda en çok dikkat çeken Recep Tayyip Erdoğan’a Mavi Marmara saldırısı sonrası yaptıkları için teşekkür eden Türkçe büyük bir afişti.
Kapalıçarşının bittiği yerde Emevi camisinin arka tarafında çok hoş bir kafede peynirli pide ile güzel bir kahvaltı yaptık. Kahvaltıdan sonra birbirinden güzel dar sokaklarda fotoğraf çektik. Hediyelik eşya satın almaya kalktık ama satıcı ile hiçbir şekilde anlaşamadık. Hıristiyan ve Musevi mahallelerini gezdik.hiçbir şey yapmadığımızı sanıyorduk ama öğle vaktini çoktan geçmiştik. Serin bir avluda çay içip Beyrut’a gidiş planımızı masaya yatırdık. Önce sehiriçi garaja sonra uluslararası garaja gidip oradan Beyrut’a gitmemiz gerekiyordu.
YENİDEN HAREKET ZAMANI
Şehiriçi garaj haritaya göre 3km uzaktaydı, geze geze yürüyebileceğimizi düşündük. Hava sıcaklığı 40 derecenin bayağı bir üzerindeydi ama keyfimiz yerindeydi. yolda bir dükkandan Suriye mili takımının formasını satın almak istedik ama satıcı ile ne yaptıysak anlaşamadık fiyatını bile tam anlayamadan pes ettik. Yürüdükçe Şam’ı daha çok seviyorduk ama sıcak ve yorgunluk ağır gelmeye başlamıştı.
Oflaya puflaya garaja gelmiştik yine tam anlayamadık ama uluslararası garaja buradan dolmuş yoktu galiba.. Taksi orucumuz sona erecekti artık. Hatta pazarlık yapmaya bile halimiz kalmadan attık kendimizi bir taksiye.. Yolda ne kadara götüreceğini sorduk 400 suri dedi (15 lira) İstanbul için iyi olsa da Suriye için çok ucuz değildi. Şoför bize ısrarla Arapça bir şey soruyor ama anlamıyorduk. Uzun uzun kurduğu cümleden anladığımız tek kelime ‘ air-condition ‘..Ama ‘anladık tamam aç’ dediğimiz halde neden hala konuştuğunu inerken anladık. Meğer adam şöyle diyormuş ‘ hava sıcak klimayı açarım ama klima artı 150 suri kabul ederseniz açayım yoksa pişin’ biz de kafa sallayınca açtı klimayı yol ücretini de 550 suri aldı. Suriye giderseniz şunu unutmayın herşey ucuz ama klima paralı...
LÜBNAN YOLCULUĞU BAŞLIYOR
Garajda dolmuş taksiler gidiyordu Beyrut’a... Bir baba, bir anne ve 6 yaşında bir çocuktan oluşan çekirdek bir aile, arabalarının arkasına 3 kişi arıyordu Beyrut’a giderken para kazanabilmek için .. Ahmet’le ikimiz 1000 suriye anlaştık ve 3. kişiyi beklemeye başladık.
Suriye’de son harcamayı yapmamıza rağmen hala yanımızda suri kalmıştı (ülkeye 9000 suriyle girmiştik 8000 suri harcamışız, yani Suriye tatili 240 liraya kişi başı 120 liraya gelmişti) Suriye etabı beklediğimizden de ucuza malolmuştu. Kalan surileri ve yanımızdaki dolarları Lübnan’a girerken Lübnan lirasına çevirmeye karar verdik
Bir süre sonra 3. kişi de geldi ( Beyrutlu güzel bir kız beklemedik zaten ama yine de bize yol boyu kurtlar vadisi videoları izleten bodyguard tipli bir arkadaştan daha iyi bir yol arkadaşı hakkımızdı ) ve Beyrut’a doğru Suriyeli şoförümüz Muhammet Lübnanlı karısı ve önde annesinin kucağında oturan küçük oğluyla birlikte, biz arkada 3 müşteri yola çıktık...
SINIR...
1 saat sonra Suriye Lübnan sınırındaydık Suriye bizi karşıladığı gibi güleryüzle uğurladı. Ancak Lübnan sınırı çok farklıydı Suriye tarafındaki relaks umursamaz samimi havanın yerini sıkı ciddi asık yüzlü bir askeri disiplin almıştı. Sert direktiflerle sıraya girdik, sıramızı bekledik. Arabanın 3. müşterisi, ‘kurtlar vadisi abi’nin işinin erken bitmesi ‘ulen bunlar çekip gitmesinler ‘ tedirginliğine de neden olsa yarım saat sonunda sınırdan geçip Beyrut’a doğru hareket etmiştik.
MOLA..
Beyrut’a 100 km kala mola verdik bir yol üstü durağında. Kahvaltıyı o kadar sıkı yapmıştık ki saat 4 olduğu halde hala çok aç değildik. Bisküvi yiyip çay içtik. Kalan surilerimizi ve dolarımızı Lübnan lirasına çevirdik. Bu market kafe karışımı yer ve çevre Arap coğrafyasından çok Avrupayı çağrıştırmaya başlamıştı. Kuru iklimden sonra denizin nemini de yavaş yavaş hissetmeye başlamıştık.
VE BEYRUT...
Beyrut’a aynı Marmaris’e iner gibi dağlardan döne döne iniyorsunuz.ve şehir o tepelerden sahiden çok güzel görünüyor.
Arabadan, eski garaj denilen yerde indik Kitabımızı açtık, kitabın tavsiye ettiği 2 ucuz otel vardı. Daha önceki şehirlerde önerdikleri, sahiden hem ucuz hem güzel olduğu için kayıtsız şartsız tavsiye ettiği otelin mevkisine yürümeye başladık. Ama anormallik vardı bu sefer fiyat çok ama çok ucuzdu kişi başı 10 dolar. Yolda yürürken sorduğumuz çok sıradan bir otel bile 40 dolar istemişti.
TALAL’S NEW OTEL... BİR NEVİ MÜLTECİ KAMPI
Uzun bir aramadan sonra oteli bulduk, üst kata çıktık ve galiba 73.millet de biz olmuştuk. Çünkü -derler ya- içerde 72 milletten adam vardı ve herkes üst üste kalıyordu. Otelden çok bir mülteci kampını andırıyordu. O kadar kalabalıktı ki aynı odada 10 kişi falan kalınıyordu galiba. Allahtan yer yoktu ve bizim kalsak mı diye düşünmemize gerek kalmadı. Bangladeş İzlanda Küba ve Mozambiklilere çarpa çarpa çıktık BM genel merkezinden.
HAMRA’DA BULDUĞUMUZ OTEL
Gemmayzeh’de fazla otel alternatifi olmadığından meşhur Hamra bölgesine gitmemiz gerekiyordu. Taksi ücretlerinin çok pahalı olduğunu duymuştuk(doğru değilmiş) o yüzden yürümeye başladık. Kitaba göre 4km görünüyordu ama devamlı yokuşlar, nem ve açlık bize gezi başından beri en zor anlarımızı yaşatıyordu. Çok ama çok yorulduk.. Hamraya gelmiştik gelmesine de gözümüz hiçbir şey görmüyordu, sadece kalacak yer ve yemek..
Hamra caddesi bizim Bağdat caddesi benzeri bir yer, lüks markaların olduğu son model otomobillerin geçtiği bir cadde..
Ucuz otel bulma olasılığımız azalmıştı. Kitabın tavsiye ettiği otellerden biri toplama kampı çıktığı diğeri de çok uzakta olduğundan kalacağımız yeri tamamen kendimiz bulacaktık.Caddeyi dikey kesen sokaklardan birinde ‘moonlight’ otele girdik. Kişi başı 30 dolardı. Tamam diyip odamıza çıktık. Oda çok kötüydü, gezi başından beri kaldığımız en kötü ve pahalı oteldi. Ama vazgeçip baştan otel arayacak halimiz yoktu razı olduk. Terden üzerimize yapışmış tişörtümüzü çıkarıp üstümüzü değiştik ve yemeğe çıktık.
BEYRUT’TA AKŞAM YEMEĞİ
Yemek için de çok acele etmeliydik saat 21 olmuştu biskivüyü saymazsak son yemeğimiz saat 08.00 da Şam’daki kahvaltıydı. Artık sinirlerimiz bile bozulmaya başlamıştı. Birkaç yerden çok pahalı diye vazgeçip son enerjimizle güzel bir yere oturduk. Num num restaurantlarına benzer şık güzel bir yerdi. Hamburger köftesi, patates, salata yedik, bira içtik. Lezzetli ve doyurucuydu. Hemen hemen aynı şıklıkta İstanbul’daki bir yerle aynı parayı verdik ( kişi başı 30 lira)..ama lezzetli ve güzel bir yemekti. Yemekten sonra artık kenti keşfedebilirdik. Dinlenmiştik ve karnımız doymuştu.
RIHTIMDA YÜRÜYÜŞLER
Devamlı aşağıya doğru yürüyerek sahile ineceğimizi bildiğimizden denize ulaşmamız zor olmadı. Kordon ışıl ışıldı nerdeyse İzmir ile birebir aynı manzara..
Bu arada yol boyunca her dükkanda, kafede, evde pür dikkat ve yüksek sesle Lübnan Hizbullah’ının lideri Hasan Nasrallah’ın canlı yayında konuşması heyecanla takip ediliyordu. Sahile indiğimizde de arabalar sağa çekmiş, kapılar açık radyodan bu konuşmayı dinliyorlardı. Bizim Arapça kelimeler arasında seçebildiğimiz en çok kullandığı kelimenin İsrail olması ve insanların heyecanı aklımıza bu bir savaş ilanı mı? sorusunu getirse de Starbucks’da sorduğumuz kişi bunun yıllar önceki suikast ile ilgili bir konuşma olduğunu söyledi. Bu dakikadan sonra bu konuyla ilgili espriler ve uzun gece yürüyüşleri yaptık Beyrut rıhtımında günün olanca yorgunluğuna rağmen. Gece yarısından sonra kahve içip otelimize döndük. Maddi olarak Beyrut, Şam ve Halep kadar rahat geçmiyordu paramız azalmış ve yorulmuştuk ertesi gün Türkiye’ye dönmemiz gerekiyordu artık.
Ama yine de Beyrut’u tanımış olduk. Modern yapıların, lüks otellerin, kurşunlarla bombalarla harap olmuş binaların silüetini oluşturduğu ilginç bir şehir. Zengin arapların uğrak noktası.
Hıristiyan nüfus ile Müslümanlar içiçe, yıllarca savaşmışlar şimdi iki taraf da savaş yorgunu.. Yüzde 60 Hıristiyan nüfusu savaşlardan sonra yüzde 40’lara gerilemiş. Özellikle Filistin’den göçler Suriye desteği ve Hizbullah, Müslümanları çoğunluğa geçirmiş.
Şimdi bir arada yaşamaya çalışıyorlar. Çember sakallı radikal Müslüman taksicinin arabasından mini etekli bir Hıristiyan kızın çıktığı, İslami örgütlerin karargahlarıyla ultra modern diskoların birbirine karıştığı Beyrut deneyimi, kısa da olsa etkiliydi. Bir de Bekaa vadisini ve Şatila kampını görebilseydik...>
SABAH OLDU YÜRÜMELERİMİZ BİTMEDİ
Ertesi sabah güne Amerikan Üniversitesi’nin yanında, lezzetli sandviçler ve portakal suyuyla başladık.Öğlene kadar kenti gezmeye devam edip sonra da Lazkiye üzerinden Antakya’ya ulaşmaktı planımız.
Kahvaltıdan sonra yine sahile inip gece yürüdüğümüz yolun zıt yönüne doğru yürüdük. Yolumuz üzerinde lüks oteller vardı ama bir tane oturup bir şeyler içeceğimiz kafeye rastlamadık. Bayağı yol yürüdük ama mola veremiyorduk. Galiba bu şehirde kafe yoktu. Yolun sonunda Müslüman mahallerine girdik. Duvarları delik deşik kurşun izleri olan evlerin fotoğrafını çektik. Burada en azından kahve, nargileci, çay ocağı veya bir dinlenme mekanı aradık, bir bakkal önüne razı olduk. Gazoz içip bakkalın önündeki koltuklarda oturduk( Etraftaki bakışlardan ve posterlerden buranın mahallenin Hizbullah toplanma noktalarından biri olduğu fikri oluştu bizde)
DÖNÜŞ BAŞLIYOR
Artık gitme zamanı olduğunu düşünüp bir taksi çevirip ‘garaj’ dedik. Neşeli şoförümüz bizi önce yanlış yere götürse de sonra şehirlerarası garaja getirdi.(20 dolar) burası zaten Şam’dan geldiğimiz aracın bizi bıraktığı yermiş. (bilseydik yürürdük )
TAKSİYLE BAŞKA ÜLKEYE
Burada önce otobüslere yöneldik. Lazkiye veya Antakya’ya otobüs yoktu. Sonra taksi dolmuşlara yöneldik. Türkçe bilen Suriye’li bir amca bizi Lazkiye’ye gidecek taksi dolmuşun yanına götürdü. Pazarlık sonucu adam başı 40 liraya Lazkiye’ye kadar anlaştık ama 2 kişi daha beklememiz gerekiyordu, -isterseniz 80 yerine 120 verin hemen hareket edelim- dedi ama bekleriz dedik. Yine Türkiye’ye tatile gitmek isteyen Beyrut’lu iki güzel kız beklentimiz bir saat sonra bir Suriyeli bir Lübnanlı ( biri yine kurtlar vadisi muhabbeti açıp müziklerini dinletmek istedi ) adam ile son bulup yola çıktık. Şoförün anlamsız molalarıyla iyice uzayan yolda tek artımız Lübnan’ın Trablus şehrinin içinden geçtiğimiz için arabadan da olsa bir kent daha görmemiz oldu. Lübnan gümrüğü yine disiplinli, ciddi ve askeriydi. Sınıra kadar zaten her 10 km de bir çevirme oluyordu. Lübnan gümrüğü denize sıfırdı ama öyle böyle sıfır değil, dalgalar duvara çarpacak kadar nerdeyse. Sonra tekrar Suriye’ye giriş yaptık. Gümrükte yine aynı rahat tavırlar bizi de rahatlattı ( Memurları enselerinde mendil yaka bağır açık bir nevi Meksika sınırındaki görevliler gibi düşünün)
Tam o sırada iki Slovak turist ile tanıştık. Konu Holosko ve Stoch’a bile gelmemişti ki vedalaştık. Suriye sınırını güle oynaya geçtikten sonra şaşırtıcı derecede nerdeyse bizim Karadeniz kadar yeşil Suriye topraklarını geçip 5 saat sonunda Lazkiye’de olduk.
LAZKİYE
Lazkiye’den neye bineceğimizi, kaç lira olacağını daha Beyrut- Lazkiye yolundayken iş bitirici şoförümüz arkadaşı marifetiyle halletmişti. Lazkiye -Antakya taksisi bizi garajda bekliyordu indiğimizde. Sadece ikimizi götüreceğini ve adam başı 35 lira olduğunu biliyorduk, biraz pazarlık yapalım dedik, olmadı. Beyrut- Lazkiye 5 saat sürdü ve 40 lirayken, Lazkiye-Antakya yolculuğunun(1,5-2 saatlik yol) 35 lira olması pahalı geldi ama bütçeyi denkleştirmiş olmanın rahatlığı ile sıkı bir pazarlık yapmadık. Bu arada karnımız acıktı. Suriyeli Türkmenlerden olan ve Türkçe bilen şoför güzel bir tavukçu olduğunu söyledi. Garaja yakındı, sırt çantalarımızı arabaya bırakıp yürüyerek tavukçuya gittik. Arabaya da 15 dakika sonra gelip bizi oradan almasını söyledik.(4 gün boyunca Ortadoğu’yu kazasız belasız atlatınca bize bir rahatlık ve cesaret gelmiş demek ki, çantaları ve fotoğraf makinelerini hiç tanımadığımız adama bıraktığımıza göre..)
Tavuk nefisti, hatta bu gezide yediğimiz en lezzetli yemekti. İncecik lavaşın içinde mayonezli ve acılı soslu, bildiğin köy tavuğu lezzetindeydi. Şoför 10 dakika gecikmeli de gelse, fazla tedirgin olmadan yemek sonrası sigaralarımızı içtik.
VE TÜRKİYE
1,5 saat sonra yemyeşil çam ormanının içinde dünya sevimlisi Yayladağı sınırından Türkiye’ye girdik. İki kapıyı da o kadar rahat geçtik ki Suriye ve bizim gümrük, toplam 10 dakika sürdü. Ama şoförümüzün bir işi çıktı, yaklaşık yarım saat onu bekledik. Yolda mola verip bize çay ısmarladığı ve yol boyunca Ahmet Kaya dinlettiği için kızmadık , hafiften samimi olmuştuk. O da bu samimiyete güvenerek arabaya 3 kişi daha alabilir miyiz? diye sordu özür dileyerek, çok zor durumdalarmış... öyle dedi.. Biz de samimiyete gölge düşürmedik tamam dedik..
Böylece sınırdan Antakya merkeze 3 Maraşlı acemi kaçakçı ve gümrükte yakalanıp nasıl zarar ettikleri üzerine dönen hararetli sohbetle geldik.
Antakya’dan İstanbul otobüsü, -umarım birkaç saat sonradır da rahat rahat yemek yer dinleniriz- dedik ama hayalimiz gerçekleşmedi. Sabah 13 den beri yoldaydık. Antakya’ya saat 21 15 de geldik ve o akşamki tek İstanbul seferi 21.30 daydı. Onca saatin üstüne bir 14 saatlik yola çıkmak için 15 dakikamız vardı. Çay bile içemeden tekrar yola koyulduk..
Sabah, Harem otagarına gelip Kızkulesine, denize ve İstanbul’a bakarken şunları düşünüyordum...
Hafif deli sayılırdık.
Çok yorulmuştuk..
Şam, Beyrut ve Halep İstanbul kadar olmasa da çok güzeldi.
Tüm masraflar dahil 400 liraya malolmuştu.. inanılmazdı ( İstanbul-Antakya Antakya-İstanbul biletleri de dahil)
İyi ki bu turu yapmıştık..
Ve bunları yazmalıydım...
SON
İSTANBUL 2010
<
olağanüstü...
YanıtlaSilValla helal olsun sizlere :-)
YanıtlaSil